Diri Ozanlar Derneği 2016 yılında
Kaan Koç yönetiminde çıkmaya başlayan bir dergi, reklam grup
başkanı var ismi Hande Gün. Dergi, Kafa Grup Reklam Yayıncılık
Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti. bünyesinde çıkıyor. Yazıyla hiçbir
ilgisi yok fakat bahsetmeden geçmeyi görmezden gelmek sayacağım
için hatırlatıyorum, şirketin sahibi Candaş Tolga Işık'ın
politik kusurları yakın dönemde tartışıldı, basit bir google
araması ile kendisinin fikirlerine ulaşabilirsiniz. Şirketin
bünyesinde Kafa, Fitbol ve #Tarih gibi dergiler de bulunuyor.
Bunların arasından Kafa bizim için önemli olabilir çünkü
kendisi son dönemde çok tartışılmış “Ot, Kafa, Fil gibi
dergiler” kalıbının gururlu bir temsilcisi. Bu yazıda bu
dergilerden bahsederken piyasa dergileri tabirini kullanacağım.
Kaan Koç derginin çıkış amacını
Artfulliving'e verdiği röportajda söylediği şu sözlerden “...bu
dergilerin içinde Türkiye'nin her noktasına ulaşabilecek, 10.000
baskı yapacak bir şiir dergisi yoktu. Geçmişten bugüne takip
ettiğim edebiyat dergileri ise çeşitli sebeplerden dolayı daha
kapalı devre yürüyordu.” anladığım
kadarıyla şiiri daha geniş bir okur kitlesine ulaştırmak olarak
tanımlıyor. Şiirde okursuzluğun ciddi bir mesele olarak
görüldüğü, 300 kişilik bir şiir okuru çevresinden söz
edildiği (sanırım Ömer Şişman attı bu sayıyı ortaya) bir
ortamda oldukça iyi niyetli bir arzu gibi görünüyor.
Şiirde
okurun arttırılması gerektiğini farklı ortamlarda bir çok
şairden duydum. Genellikle bu gerekliliğe temel olarak pek iyi
incelenmemiş ve hatta incelemekten kaçınılan, “sonuçta bu
şiirler okunsun diye yazılıyor” argümanı gösterilir. Kimsenin
bir çırpıda yalanlayamayacağı, şiirin okunmak için yazılıyor
(daha doğrusu yayınlanıyor) oluşunu bu yazıda yadsıyacak
değilim. Benim ilgilendiğim kısım okur sayısındaki artışın
şiire ne kazandıracağı ve bunu ne pahasına kazandıracağı ama
önce yine aynı röportajda Kaan Koç'un kurduğu şu cümleyi
alıntılamak istiyorum: “En
boş alanında, kimsenin cüret edemediği tarafında bu dergi o
dergiler piyasasının.
“
Burada
dergiler piyasası olarak bahsedilen şeyin bizim bildiğimiz
edebiyat dergilerini içermediği aşikar çünkü edebiyat
dergilerini göz önüne alırsak bu alana boş falan diyemeyiz,
hatta (ben bu eleştiriye de katılmıyor olsam da) gereksiz bir
kalabalık eleştirisi çok daha kolay akla gelir. O halde Kaan Koç
dergiler piyasası lafını oldukça doğru kullanarak kar amacı
güden, merkezinde piyasa dergilerinin bulunduğu bir ortamı
kastediyor. Buradan da derginin, şiiri bu piyasaya sokarak geniş
okur kitlesini piyasa dergilerinin payından kazanmayı umduğunu
söyleyebiliriz.
Bu şartlar altında adeta şair
kimliğinden sıyrılarak bir girişimci kimliği kazanan Kaan Koç
bu kutlu davasında başarıya ulaşabilir mi? Bunu anlayabilmek için
önce Diri Ozanlar Derneği'ni bir kenara koyarak şiir ve piyasa
ilişkisine bir göz atalım.
Cemal Süreya 1973 senesinde Milliyet
Sanat Dergisi'ne verdiği bir röportajda şöyle söylüyor:
“Kapitalist gelişimle şiirin gelişim süreci arasında bir ters
orantı olduğu kanısındayım. Kapitalist toplumlarda, şairin önü
tıkanmıştır; öyle ki en kapitalist toplumda en çok tıkanmıştır.
Kapitalist üretim, sanat verimlerinin de kendi ardılı olarak
gelişmesini ister. Şiir, eğlence niteliğini hiç taşımayan bir
sanat. Resim, mobilya olarak da kullanılabiliyor; roman, vakit
öldürmek için de okunabiliyor. Şiir ise; kendi akışı dışında,
kapitalist ölçülere göre yararlanılacak yanı olmayan bir sanat
türü. Asi bir sanat. Bu yüzden para-mal-para düzenine pek ayak
uyduramıyor, başka özel bir planda görünemiyor. Kapitalist
sistem de kendine elverişli gelmeyen bu uğraş alanını kovuyor
gerilere itiyor.”
Süreya burada iki çok önemli
noktayı tespit ediyor. 1) Kapitalist düzenin bir sanat dalını
yaşatmak için ondan sektörleşmesini talep etmesi 2) Şiirin
kendini sektörleşmekten koruyan özel niteliklerinin bulunması. Bu
iki maddeyi ayrı ayrı inceleyelim.
Sanat sektörü lafı kulağa bir
distopyadan fırlamış garip bir terim gibi gelse de günümüzde
gayet elle tutulur bir varlığa sahip. Bir çok sanat dalı bazen
sanat iddiasından tamamen vazgeçerek sektörleşmesini tamamlamış
durumda. İnanılmaz paraların döndüğü resim sektöründe artık
yatırım tavsiyesi olarak genç ressamları pazarlayan simsarlar kol
geziyor, hatta sanat gazetelerinde resimlerin sanatsal özelliklerini
yok sayarak yalnızca yatırım değerlerinin tartışıldığı köşe
yazıları yazılıyor. Sinema öyle büyük bir sektör kurmayı
başardı ki artık bacasız sanayi dediğimiz zaman turizm ile
birlikte akla gelmesi gerekir. Sinema sektörel anlamda sanatsal
iddiasından vazgeçip bu iddiayı “sanat filmi” gibi komik bir
alana aktararak kendini, Süreya'nın Türkçeye eğlence olarak
çevirdiği fakat anlamını tam karşılayamadığı,
entertainment'ın kucağına bıraktı. Müziğin halini düşünmeyi
size bırakarak şiire daha yakın bir kale olması sebebiyle roman
hakkında konuşmak istiyorum. Bugün edebiyatın merkez ilçesi
olarak iş gören roman, ülkemizdeki sektörleşmesini gözlerimizin
önünde yeni yeni tamamlıyor. Orhan Pamuk'un yayınevi transfer
ücretleri, yayınevlerinin bestseller yakalama gururları,
titizlikle organize edilmiş ve kopya kitaplarla doldurulmuş roman
türleri (çünkü müşteri tam olarak aradığı şeyi kitapta
bulmalıdır, heyecansa heyecan entrikaysa entrika) bu sektörleşmenin
aşikar işaretleridir. Burada Süreya'nın da tespit ettiği bir
şeyin daha altını çizmekte fayda var, resmi bir kenara koyarsak
(çünkü onda eserin orjinaline sahip olmak gibi bir ayrıcalık
bulunur.) kapitalizm, sanatı entertainment içinde istihdam
etmektedir. Şimdi şiirin bu sektörleşme yarışının neresinde
olduğuna bakalım.
Şiirin entertainment'a dahil
olamadığını Süreya söylüyor ve ben de buna katılıyorum (bu
noktada 160. km yayınevinin, rezil “kim demiş şiir sıkıcı
diye?” sloganını da anmak istiyorum) ama şiiri sektörleşmekten
koruyan çok daha esaslı bir niteliği var: sermayeye bağımlı
olmaması. Şiiri diğer bütün sanatlardan ayıran özelliği
sermayenin üretim sürecinde herhangi bir rol oynayamamasıdır.
(Romanın sektörleşmesinin gecikmesi de sermaye bağımlılığının
nispeten düşük olmasına yorulabilir.) Şairin sermayesindeki
herhangi bir artış şiirin niteliği üzerinde hemen hemen
etkisizdir. Düşünebilecek asgari koşulları kendine sağlayabilen
şair üretim için daha fazlasına ihtiyaç duymaz. Yayıncılık
giderleri (ki internet çağında ağırlığını yitirmeye
mecburdur) şiirin üretiminden sonraki bir aşamanın problemi
olduğu için kendi içinde düşünülmelidir, şiirle
bağdaştırılamaz. Bu iki nitelikten daha az rol oynasa da
bahsetmek istediğim bir diğer şey şairin süreklilik garanti
edememesi. Şiir iniş ve çıkışlarını şairin hayatındaki
gelişimlere bağlı yaşadığı için, yani şiir profesyonel bir
eylem gibi teslim tarihlerine ve performans testlerine tabi
tutulamadığı için, dengeli bir sektör oluşturmakta zorlanır.
Birkaç iyi şiirden veya kitaptan sonra kaybolan veya yıllar sonra
eski kitaplarının üstünde bir kitapla dönmeyi başaran şairler,
şiir için hiç de şaşırtıcı değildir. Şiir bu sürekliliği
kendisi de baltalar. Turgut Uyar'ın meşhur Korkulu Ustalık ve
Efendimiz Acemilik yazılarının şairler arasında geniş bir kabul
görmesi bu sebepten ileri gelir. Şiirde ustalık arzulanmayan hatta
hor görülen bir şeydir çünkü bir şeyi ifade etmekte ustalaşmak
başka şeyleri ifade şansını kaçırmaya sebebiyet verir.
Cemal Süreya şiirin sektörleşmekten
korunmuş olduğuna naif bir biçimde inanıyordu öyle ki bir ara
şairlerin telif ödemeleri için yürüyüş düzenlemekte bir
sakınca görmemişti. Oysa sovyetlerin yıkılışının, talep
manipülasyonunun ve neoliberalizmin zaferinin ertesinde yaşayan
bizler bu düzende her şeyin ama her şeyin bir şekilde
pazarlanabileceğini biliyoruz. Pazarlama, reklamcılık ve halka
ilişkiler gibi sektörler nesnelerine göre ufak modifikasyonlara
giderek her işin altından kalkabilecek güçte olduklarını bir
çok alanda kanıtladılar. Sevgililer günü, anneler günü gibi
konseptlerle sevgiyi pazarlayan bu canavarlar pekala şiiri de
pazarlamanın bir yolunu bulabilir, yani evet Kaan Koç başarılı
olabilir, tehlike kapımızda.
Peki şiir bu
başarıdan ne kazanabilir? Turgut Uyar 1956 tarihli Çoğunluğun
Ozanı yazısında şöyle diyor: “Çoğunluğun ozanı olmaya
özenelim mi, dahası savaşalım mı buna? Bakalım ne kazandırır
bir ozana, ne ekler çoğunluğun sevdiği, aradığı, okuduğu bir
ozan olmak. Doğrudan doğruya ozan kişiliğine ne ekler? Durdum,
aradım, ben hiçbir şey bulamadım....Olsa olsa bunun tek iyi yönü,
ozanın, toplumda biraz daha çokça kişiyi etkilemesine, eğer
varsa, bilmiyorum, toplumsal görevinin biraz daha yaygın olması,
ucundan yerini bulmasına yaramasıdır....Onu biraz daha ünlendirir,
biraz daha şımartır, git git sonunda biraz daha sapıttırır.”
Uyar'ın olumsuz görüşüne rağmen işaret ettiği şiirin
toplumsal etkisinin artışı Diri Ozanlar Derneği'nin amacıyla
uyuşuyor gibi görünebilir fakat bunu başarmada reklamcılık,
halkla ilişkiler gibi siyasetle birlikte sözün gücünü işgal
ederek şiiri etkisizleştirmiş araçlara mı bel bağlayacağız?
Saçmalık. Şiir etkisini ancak bu araçların gücünden çalarak
başarabilir ki o zaman da bu araçlar, şiirin altına koydukları
tabureyi çekmekte tereddüt etmeyeceklerdir, böylece şair boynuna
geçirdiği iple baş başa kalacaktır. Geriye yalnızca iki fayda
kalıyor: şöhret ve para. Bu ikisi dünyada bugün geçerli olan
iki büyük güçtür. Burada şairi bunlardan men ederek şiiri bir
manastıra çevirme gayretinde değilim. Kendi adıma ben,
karşılığında bedel ödemeyeceğimi varsayarsak, şöhret ve
parayı memnuniyetle kabul ederim fakat bunları şiirin tepesine
kıstas olarak koymaya çalışırsanız belki kendi kuşağınızı
eğlendirirsiniz ama illa ki alttan yetişen kuşak suratınıza
tükürür. Şiir hangi duruma düşerse düşsün bunu yapacak güce
ve geleneğe sahiptir. Bağlantıların kaçırılmaması için
tekrarlıyorum, para veya şöhret şiirin üretim sürecine dahil
değildir. Bu girdilerin herhangi bir oranı şiirin niteliğinde bir
iyileşmeye işaret edemez. Şiir bunlardan bağımsızdır.
Sektörleşmenin
başarılması halinde şiirin bundan göreceği en büyük zarar
şairliğin meslekleşmesi (profesyonel bir eyleme dönüşmesi)
olacaktır. Bu konu o kadar önemli ve yıkıcıdır ki ayrı bir
yazıda incelenmeyi hak ediyor. Öngörülmesi çok zor olmayan başka
bir hasar ise şiir eve ekmek getirmeyi başardığı anda
gerçekleşecektir. Serbest piyasa ekonomisi gereği, kar getirmeye
başlayan şiir, şiirle alakası olmadığı halde bu pastadan pay
almaya gelen, yayıncılar, menajerler, okurun taleplerini daha iyi
karşılayabilecek “şairler” tarafından istila edilecektir ve
sonunda belki bu durum bizi, sanat şiiri gibi abuk bir çatının
altına itecektir. Çünkü kapitalist düzende satılan her şey
satılmak için üretilir.
Tekrar Diri
Ozanlar Derneğine dönersek; elimizde poetikasız (Kaan Koç
Artfulliving röportajında kendisi söylüyor derginin bir
poetikasının olmadığını); şairlerin, düşüncelerinden
soyutlanmış bir halde, yalnızca şair etiketiyle ambalajlanmış kişiler olarak istiflendiği; şiirin metalaştırılarak
içeriğinden koparıldığı; Cihat Duman'ın, etkisini arttırabilmek
için Umay Umay'ın şöhretine muhtaç göründüğü; Enis Akın'ın, reklamcılıkla suçladığı Ömer Şişman ile birlikte boy
gösterdiği bir reklam kataloğu, bol ışıklı bir şiir reyonu olduğunu görürüz. (Poster hediyeli oluşunu ayrıca beğeniyorum.) Bu düzmece aile fotoğrafında gülümseyenler, kapısı kapalı bir misafir odasında biblolar gibi dizildiklerini hissetmiyorlar demek.
Eğer şiirin
şiir olması yetiyorsa, şiirin ne söylediğini önemsemeyeceksek, şairin
yaptığı işi herkes yapabilir. Ahmet Oktay 1967'de okur sayısının
düşüklüğü ile ilgili bir soruşturmaya verdiği cevapta şöyle
diyor: “Kelle başına demokrasiye kızanlar, neden kelle başına
bir şiiri savunuyorlar? Buysa ölçü, Ümit Yaşar'ı
alkışlasınlar.” Ben de ufak bir değişiklikle yinelemek
istiyorum: Kelle başına demokrasiye kızanlar, neden kelle başına
bir şiiri savunuyorlar? Buysa ölçü, Kahraman Tazeoğlu'nu
alkışlasınlar.
Reply
0
replies
15
retweets
45
likes
Retweet
Liked
(nice zaman sonra) yazdıklarınızda şiirin sadık ve yiğit savunusunu gördüm ya, gözüm açık gitmem artık. tebrik ve teşekkür ediyorum. selam ve saygı ile.
YanıtlaSil